"Düşümde, tavandan inen kocaman bir örümcek ağzıma giriyor, tüysü bacaklarım hissediyorum, kusacak gibi oluyorum; dilimin üstünde, damaklarımda dolaşıyor, ağız boşluğuma yerleşip ağını örmeye başlıyor. Ta boğazıma kadar genişliyor ağ, dilim damağım birbirine yapışıyor; kusuyorum birden, ağzımda ne varsa çıkarmak için elimi boğazıma sokup bir daha kusuyorum, bir daha... Sanki bir şey daha var çıkaramadığım, yutkundukça boğazıma batıyor; plastiğimsi, kumaşımsı ya da sert bir cisim, küçük de değil. Korkuyla elimi ağzımın derinliklerine uzatıyorum, kan ter içindeyim, o şeyin ucunu yakalayıp asılıyorum; gelirken bir yandan da canımı acıtıyor. Pembe, kenarları fiyonklu, küçük bir kız şapkası... Tükürüğe bulanmış. üstünde belli belirsiz kan lekeleri..."AYNANIN ARKASINDA tam anlamıyla ne bir aşk romanı ne de politik bir roman. öncelikle, okuyucuyu taraf tutmaya zorlamıyor; yolculuk boyunca gezdirilen kenarları sırmalı bir el aynası olmaktansa, kırık ve buğulu bir ayna olmayı yeğliyor, Milan Kundera'nın deyişiyle, bir varoluş araştırmasının romanı çünkü. Bir sıkıntıyla başlıyor: Evlilik yolunda doludizgin ilerlerken yakın arkadaşı Musa'nın apansız ortadan kaybolmasıyla neye uğradığını şaşıran tsa, çevresiyle çatışmalı kimliğini boynunda suç gibi taşıyıp diken üstünde soluk almaya çabalarken, beklenmedik bir ilişkiyle her şey alt üst oluyor; Musa'yı İstanbul'dan kilometrelerce uzakta, dilini çözemediği insanların, yaz kış karlı dağların, geçit vermez yolların, gece köye inen aç kurtların ve tehlikenin kol gezdiği bambaşka bir yerde trajik bir aşk kıskıvrak yakalayıveriyor. Okuyucunun payına ise, aynaya yansıttıklarından çok, yansıtmadıklarıyla düşündüren, sürprizlere açık bu romanı gözlerini dört açarak okumak düşüyor.
Kullanıcı Yorumları