Milletlerin kendi kültürel geçmişleri açısından önemli kabul ettikleri ve üzerinde yaşadıkları coğrafyada titizlikle korumaya çalıştıkları bazı “müze şehirler“ vardır. İstanbul, Edirne, Bursa, üsküp, Filibe, Diyarbakır, Konya, Erzurum, Sivas, Urfa, Bağdat, Isfahan, Şiraz, Saraybosna, Tiflis, Taşkent, Semerkand, Buhara, Roma, Madrid, Paris, Venedik gibi... Buna karşılık bir de ruhu çalınmış şehirler vardır.
özellikle son yıllarda sadece ülkemizde değil, dünyanın hemen her yerinde “çevre“yi korumaya yönelik gayretlerin arttığını görmekteyiz. Kuşkusuz bu çabaların “yeşili koruma“ ile sınırlı kalmaması, bununla birlikte “şehirlerin ruhunu yaşatma“ gibi çok daha kudsi çok daha ulvi bir amaca yönelmesi gerekir. Tabii bu da şehirlerin geçmişini diri tutmakla, geleneklerini yaşatmakla, mahalli unsurlarını ön plana çıkarmakla olacaktır. Şehirlerin bu manada kendi kimliklerini muhafaza edebilmeleri ise ancak kendilerine özgü şehir dokusunu, örneğin mimarisini, yemek kültürünü, giyim-kuşam tarzını, düğün, ölüm, bayram gibi sosyo-kültürel ve dini etkinliklerini, tarih ve coğrafya bilincini koruyup yaşatabilmelerine bağlıdır. Şayet bir şehir her şeye rağmen bunları kendi bünyesinde yaşatabiliyorsa o şehir kendini ayakta tutmaya devam ediyor demektir.
(Arka Kapak)
Kullanıcı Yorumları