Ürün Özellikleri
Daha önce yine YKY'den çıkan Ölümsüz Adagio'lar'da olduğu gibi Oyuncular ve Seyirciler'de yer alan denemeler de uzun ve yorucu çeviri mesaileriyle bilenmiş bir kalemin, yılların birikimiyle zenginleşmiş bir deneyim ve kültürün ürünü. Şadan Karadeniz tiyatrodan müziğe, şiire, kitaplardan sözcüklere, yolculuklara uzanan ilgileri, insanı hemen saran renkli, sıcak üslubuyla usta bir denemeci.
Tren Tekerleklerindeki Bach
Bergman'ın o güzel filmindeki çocuğun eğri eğri yağan yağmurun yol yol böldüğü cama burnunu dayayarak trenin dışındaki koyu karanlığa hayranlıkla karışık bir yılgınlıkla bakışı gibi, çocukluğumun o her yaz başı yinelenen tren yolculuklarının ilk kez hangisinde yüzümü cama yapıştırıp uzun uzun dışarıya baktığımı açık seçik anımsamıyorum şimdi. Daha sonraları da yaptım aynı şeyi, ama o ilk yaşantının belleğime kazınmış derin izini unutamam. Hangi çocuk yaşamında bir kez olsun burnunu trenin, otobüsün “uçak olmaz“ camına dayayıp, hele akşamsa, evrenin tüm gizini içinde barındıran dışarının karanlığına dalıp gitmemiştir Benim o hiç unutamadığım ilk yaşantımda “Bergman'ın filmindekinin aksine“ hava kararmamıştı daha, alaca ışıkta, tren boyunca birbiri ardı sıra hızla koşuşturan elektrik direkleri, yaklaşıp uzaklaşan raylar, tek tük ağaçlar, uzaklarda mini mini evler seçiliyordu belli belirsiz. Ansızın çok uzakta ak bir örtüye sarınmış kocaman bir hayaleti andıran bir dağı seçtim. Yerinde durmuyordu dağ, olanca görkemiyle kımıldıyordu, derken usul usul dönmeye başladı. Tren rayların üstünde devindikçe, o da deviniyor, bir sağa bir sola geçiyordu durmadan. Sanırım, ilk o zaman ayrımına vardım dağların yürüdüklerinin. Ara ara gözden yiter gibi olsa da, çok geçmeden ansızın beliriyor, döne dolana eşlik ediyordu trene, bana. Onunla bir tür saklambaç oynuyormuşuz gibi bir duyguya kapılmıştım. Neden sonra öğrendim o dağın Erciyes Dağı olduğunu, başka dağların da “tüm dağların“ yürüdüklerini, Hasan Dağı'yla, Ağrı'yla tanışınca. Gerçekte dağların yürümediklerini, yolun kıvrımlarına, bükümlerine göre değişen görüngeler içinde yürüyormuş gibi göründüklerini öğrendikten sonra bile, bir yanım, çocuk yanım, gizem tutkunu yanım hep sürdürmüştür dağların yürüdüklerine inancını. Sonra biraz daha büyüyünce, gene o yaz başı yolculuklarının birinde, ansızın keşfettim dağın devinirken tren tekerleklerinin ritmine uyduğunu. Aslında tren tekerleklerinin ritmiyle hemen hemen aynı anda keşfettim dağın bu ritme uyduğunu. Taka-tatak taka-tatak taka-tatak taka-tatak diye dönüyordu tekerlekler, ilk dört nota oldukça kalın, ardından gelen ikinci dört nota, birincisinin yansısı gibi biraz daha ince. Temposu zaman zaman değişse de, tıpkı raylar gibi ardı arası kesilmeksizin uzayıp gidiyordu: Düzlüklerde, arazinin eğimsiz ya da az eğimli olduğu yerlerde hızlanarak, rayları döşemek için kesilmiş iki alçak tepenin arasından geçerken sesi daha boğuklaşarak, açık arazide, ovalarda tizleşerek, ama hiç şaşmaksızın, hiç bitmeyecekmiş, sonsuza dek sürecekmiş gibi.
Aradan yıllar yıllar geçip yetişkin bir insan olunca da ne zaman trene bindimse elimde olmaksızın trenin sesine, temposuna kulak vermeyi sürdürdüm, biraz ritme, tempoya düşkünlüğümden, biraz da çocukluğumdan kalma bir oyunu sürdürürcesine. Elimde değildi, bir alışkanlık olmuştu bu. Lokomotif ilk çalışmaya başladığında, tren, nedense insana hep acı, hep buruk gelen tiz ayrılık düdüğünü öttürürken, tekerlekler tıpkı uykudan ağır ağır uyanan bir canavarın gerinip devinime geçmesi gibi usul usul dönmeye başlıyordu; ilkin bir-iki tekliyor, bocalıyor, sendeliyor, sürçüyordu ritmini ararken. Sonra rayına oturuyor, demir yollar üstünde taka-tatak taka-tatak diye yol almaya başlıyordu. Gerçi ara ara demiryolunun kıvrımlarına göre, ya da makaslarda hat değiştirirken ritm tümden bozuluyor, kimi zaman darmadağın oluyordu, ama sonunda bir-iki sarsıntının ardından bu kaotik durumdan sıyrılıyor, birkaç aksak ritmden sonra yeniden toparlıyordu kendini. İnsanın içini güvenle, dinginlikle dolduruyordu bu ritm. Her şeyin yolunda gitmesi demekti bu: dünyanın, evrenin, yaşamın, yaşamımın, yaşamlarımızın. Trenin şaşmaz ritmi “ara ara aksasa da“ bizim kendi ritmimizin, yaşamımızın ritminin de, tıpkı trenin ritmi gibi tökezlediği, giderek iyiden iyiye bozulduğu anlarda bile, önünde sonunda yeniden toparlanacağı, eskisi gibi hiç aksamadan yürüyeceği duygusunu veriyordu. Kısa zamanda insan kendini kaptırıyor, giderek o tekdüze “gerçekte tekdüze değil, çünkü en azından dört nota söz konusuydu, dördü daha kalın, öteki dördü daha ince, hem sonra arazinin eğimine, açık ya da kapalı oluşuna göre, ara ara daha tiz ya da daha alçak çıkıyordu bu notalar“ ritmle esrikleşiyor, ritmin bir parçası haline geliyordu. Tren yolculuklarında, tekerleklerin ritmine kulak vererek, içinizden o dört notayı yineleyerek, tempoyu hızlandırıp yavaşlatarak farklı ezgilere uygulayarak, çeşitlemeler yaparak eğlenebilirsiniz, oyalanabilirsiniz. İlginçtir: Neredeyse her ezgiye uyar bu ritm. Örneğin, Nâzım'ın o güzelim, yürek burkan şiirinde yinelenen “Memetçik Memet, Memetçik Memet“ dizesine, ya da gene Nâzım'ın müzikle şiirin bütünleşmesinin en güzel örneklerinden biri “belki de en güzeli“ olan “Sebastian Bach'ın 1 Numaralı Dominör Konçertosu“ başlıklı şiirinin ezgisine. Ben önceleri Mozart'a, daha sonra Beethoven'e benzetmiştim tekerleklerin ritmini. Hatta bir kez, Beethoven'in 5. senfonisinin o ünlü açılış notalarıyla senfoninin notası üstüne sonradan yazıldığı sanılan, “Kader kapıyı çalıyor“ sözleriyle özdeşleştirmiştim: Sol sol sol mibemol, hemen ardından fa fa fa re. Daha sonra, baroka da “belki de en çok baroka“ uyduğunu gözlemledim. İlk dört notayı yansılayan ikinci dört nota, sonsuzca sürecekmiş gibi, hem birbirinden bağımsız, birbirine karşıt, hem bir diyalog oluşturan bir ses karşı-ses, bir soru-yanıt gibi uzayıp gidiyor. Tekrarın mucizesini, tekrarın tekrarsızlığını duyuran barok ritm. Bu hiç şaşmayan ritm insana güven veriyor, o sürdükçe sırtımızın yere gelmeyeceğini, o ritmin evrenin tümel ritmini yansıttığını duyuruyor, sanki içimizin ritmi o ritmle bütünleşiyor, tek büyük bir ritm oluşturuyormuş gibi. Ama kimi zaman başaramıyoruz bunu, içimizin ritmini dışımızdaki büyük ritme uyduramıyoruz. Trenin ritmi makaslarda tökezler, hat değiştirirken bocalıyoruz. O zaman, altüst oluyor her şey: depremler, sarsıntılar... Neyse ki uzun sürmüyor bu. Önünde sonunda uyum sağlanıyor gene. Diyalektik bir gidiş: Tıpkı tiyatroda olduğu gibi, yaşamda da, önce kaos, ardından çatışma, sonra uyum, sonra gene çatışma, ardından gene uyum, sürüp gidiyor böyle. Sonsuzca.
(Tanıtım Yazısından)
Kullanıcı Yorumları