“...yürüdüğün yol çatallaşınca, ki en kötüsü budur, istemesen de ihanet etmiş olabilirsin..”
Sakin bir kış günüydü, ama Ada'nın batısındaki, koyu, yağmur yüklü bulutların arasından görünüp kaybolan sessiz şimşek parıltıları bu sükûnetin uzun sürmeyeceğinin habercisiydi. Tekne iskeleye yanaşınca kalktım, “Birkaç saate döneriz,” dedim kaptana. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Ağır adımlarla yokuşu tırmandım. Yıllar önce bize kapıyı açan görevli yoktu. Menteşeleri gıcırdayan ağır kapıyı itip açtım. Yolun iki yanındaki ağaçlarda portakallar sarı sarı bakıyordu, bazıları kopmuş, yere düşmüştü. O göz alıcı bahçenin bakımsız, terk edilmiş hâli alçalmış bulutların karanlığında daha da kasvetli görünüyordu. Süpürülmemiş yapraklara basarak verandanın merdivenlerinden çıktım. Camlardan, içeride yanan şöminenin alevleri gözüküyordu. Kapıyı açıp içeri girdim. Oradaydı. Tekerlekli sandalyesinde oturuyordu. Başı öne düşmüştü. Ayak seslerime bir hastabakıcı geldi. “Uyuyakalmış!” dedi, karşısına bir iskemle çekip oturdum. Hissetti, gözlerini açtı, çok kısa bir süre baktı, ilk tanıştığımızda olduğu gibi “Teşekkür ederim,” diye elini uzattı, “Geleceğinizi biliyordum.”
İşgal altındaki İstanbul'un karanlık kışı, Anadolu'ya silah kaçıran mavnacılar, onları ihbar eden bir muhbir ve yıllar sonra çıkıp gelen bir intikamcı. İstanbul'da başlayıp Lozan'a, Midilli'ye ve küçük bir Ege kasabasına kadar geniş bir coğrafyaya, yüzyılın başından günümüze kadar geniş bir zamana yayılan, mekanlar ve zamanlar arasında gidip gelen, iyi kurgulanmış, iyi anlatılmış, sürükleyici bir roman. Zamanın ince tozuyla örtülmüş sırların, vicdan azaplarının, unutulmayan bir ihanetin ve gecikmiş bir intikamın hikâyesi...
Kullanıcı Yorumları